21 Aralık 1963 (2-3-4-5-6-7-8-9) Bando da yer almak ise bir başka ayrıcalıktı. Tören günlerinde giyilen beyaz gömlek, beyaz pantolon ve sol omuzdan, sağ taraftaki pantolon cebine kadar uzanan geniş kırmızı kurdele çok fiyakalı gelirdi bize. Tören günü özene bezene bu giysileri giyer, yurt binası ile okulun arası 50 metre olmasına rağmen, herkes görsün diye eski hastane, günümüzde İstanbul Teknik Üniversitesi kampüsünün yer aldığı binanın sol yanından limana doğru gidilir, Canbulat kapısından içeri girilir, Yeşil Deniz caddesi boyunca deniz tarafındaki surlara paralel yürünür, Deniz Kapısı (Prota Del Mare) yanına gelince Namık Kemal Meydanına taraf dönülür, Selimiya Camisi geçilip şehrin meydanına gelinirdi. Orada bir sandviç yenilir, sonra da İstiklal Caddesi boyunca yürünerek Akkule’ye varılır ve kara kapısından dışarı çıkılarak gerisin geriye Namık Kemal Lisesine dönülürdü. Fiyaka olsun, bandocu olduğumuz görülsün diye okulun yurdundan çıkıp 50 metre ötedeki liseye kısacık yoldan gitmek yerine, Mağusa’da ikamet eden Kıbrıslı Türklerin yüzde yetmişinin ikamet ettiği surlar içinden caka satarak geçmek için neredeyse iki kilometre tutan yoldan gitmek tercih edilirdi. Tabii bu cakalı yürüyüşte kız arkadaşınızın evinin önünden de birkaç kez geçmek ihmal edilmezdi. Bandodaki en büyük ve hiç unutmadığım deneyimim, 1963 yılı içinde adamızı ziyaret eden ABD Cumhurbaşkanı Lyndon Johson’u karşılamak için Lefkoşa Türk Lisesi bandosu ile birlikte oluşturulan karma bandoda yer almamdı. Namık Kemal Lisesi bandosundan seçilen arkadaşlar topluca Lefkoşa’ya gitmiş ve Lefkoşa Türk Lisesi bandosu ile karma bir bando oluşturmuş, sonra da Başkan Johnson’u karşılamak için topluca günümüzde Atatürk heykelinin yer aldığı Girne kapısı önünde yerimizi almıştık. Başkan Lyndon Johnson’u taşıyan siyah araç, o dönemde Dianellos Sigara fabrikası olan ve günümüzde de yapılan tadilatlarla KKTC Meclisi olarak kullanılan binanın önündeki çemberde gözükünce “Yellow roses of Texas” şarkısını çalmaya başlamıştık. Başkan Johnson aracı ile yakınımıza kadar gelmiş ve dönemin Cumhurbaşkanı muavini olan rahmetlik Dr. Fazıl Küçük tarafından karşılanmıştı. Ortada askeri kıyafetli hiç kimse yoktu ve sadece polislerden oluşmuş bir tören mangası bulunmaktaydı. Tören mangasını selamlamasından sonra Başkan Johnson bize taraf yöneldi ve yanımıza gelerek bizlere Goodmorning, “günaydın” diyerek, şefimiz rahmetlik Zeki Taner hoca ile el sıkıştı. Hocamız İngiliz askeri kökenli olduğu için heykel gibi hazır ol vaziyetinde karşılamıştı kendisini ve el sıkışmıştı. Sivil kıyafet içinde olduğu için askeri selam vermiş miydi kendisine yoksa vermemiş miydi hiç hatırlamıyorum. Sonra da hiç beklemediğim bir şekilde bana doğru bir adım attı ve tokalaşmak, belki de biz bandocuları tebrik etmek için elini uzattı. Nasıl soğuk bir ter döktüğümü anlatamam. Koskoca ABD Başkanına ait bu el ile sadece toka mı edilmeliydi yoksa geleneklerimize göre öpülüp alına mı konmalıydı. Dünyanın herhalde en uzun bir saniyesini yaşadım o an. Çocuk aklımla, ya da yeni yetme aklımla, Zeki hocamızın yaşı büyük ve de saçları kırlaşmış olduğu için değil de bir bando şefi olduğu için Başkan Johnson’un elini öpüp başına koymadığı kararını verdim ve aynı uygulamayı ben de yaptım. Önce kafamı kaldırdım, Başkan Johnson’un yüzüne gülümseyerek bakarken de elini sıktım. Çok uzun boyluydu Başkan Johnson, yerel tabirle hem sırık gibiydi hem de sırım gibi. Belki de göreceli olarak benim boyuma kıyasla çok uzun boylu ve kiloma göre de iri yapılıydı ve bana da öyle gelmişti. Kocaman iri yarı bir adam olarak hatırlıyorum kendisini. 21 Aralık Cumartesi sabahına girdiğimiz güne kadar olan yaşamım ve hatıralarım üç aşağı beş yukarı böyleydi. Ama sonrası… Sonrası çok kötüydü ve Kıbrıslı Türklerin yaşamı tam bir kabusa dönüştü ileriki günlerde, aylarda ve yıllarda….. 21 Aralık Cumartesi sabahına girdiğimiz güne kadar olan yaşamım ve hatıralarım üç aşağı beş yukarı böyleydi. Ama sonrası… Sonrası çok kötüydü ve Kıbrıslı Türklerin yaşamı tam bir kabusa dönüştü ileriki günlerde, aylarda ve yıllarda. Dönemin Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı III. Makarios, Enosis, yani adanın Yunanistan’a bağlanması doğrultusunda Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyetine ortak olmasını ve Anayasal haklarını önünde engel olarak görmekteydi. Bu nedenle de Enosis yolundaki ilk adımını Anayasa ile Kıbrıslı Türklere verilen ortaklık haklarını ortadan kaldırmak yolunda attı ve Kıbrıs sorununun başlangıcını oluşturan aşağıdaki 13 maddelik Anayasa değişikliğini önce Kıbrıslı Türklere, sonra da Türkiye Cumhuriyeti’ne sundu. 1. Cumhurbaşkanı ve yardımcısının veto hakkının kaldırılması. (Makarios istediği kararı alabilecek ve yardımcısı rahmetlik Dr. Fazıl Küçük bunu VETO edemeyecekti.) 2. Cumhurbaşkanının geçici yokluğunda veya görevini yapamayacak hallerde Cumhurbaşkanı vekilinin kendisine vekaletinin kaldırılması. (Makarios yurt dışına gittiği vakit yerine bir Türk Kıbrıs Cumhuriyetine başlık edemeyecekti.) 3. Temsilciler Meclisi başkan ve yardımcısının cemaatleri tarafından ayrı ayrı değil Meclisin tüm üyelerinin iştirak edeceği bir seçimle ve oy çokluğuyla seçilmesi. (Rum çoğunluk Meclise hakim olup istediğini yönetici olarak seçecek, Türkler söz ve makam sahip olamayacaklardı.) 4. Temsilciler Meclisi başkanının geçici yokluğunda veya görevini yapamayacak durumdaki hallerde temsilciler Meclisi başkan yardımcısının bu makama vekalet etmesinin kaldırılması. (Rum Meclis Başkanı yurt dışına gittiğinde, Türk Başkan yardımcısı Meclis Başkanlığına vekalet edemeyecekti) 5. Anayasanın bazı maddelerinde öngörülen Türk ve Rumların bazı yasaları geçirebilmek için ayrı ayrı çoğunluğun sağlanmasını gerektiren maddelerin kaldırılması. (Kıbrıs Cumhuriyetini sadece Rumların yönetebilmesi için Türklerin Meclisteki söz ve veto hakları kaldırılacaktı.) 6. Belediyelerin ayrı olması maddesinin iptali. (Türklerin ayrı Belediyeye sahip olması iptal edilecek ve Rum çoğunluk Belediyelere hakim olacak, Türkleri idare edecekti.) 7. Adalet mekanizmasının tek elden idare edilmesi. (Mahkemelerde Türk Hakim ve Savcılar olmayacak. Bir Türk ile Rum arasındaki davada Türkler hep haksız bulunacaktı.) 8. Emniyet müessesesinin polis ve jandarma olarak iki ayrı güç şeklinde çalışmasının iptali ve bunların birleştirilmesi. (Polis ve Jandarma birleştirilerek çoğunluğu Rum olan silahlı bir güç oluşturulacak, Türkler silah zoru ile sindirilecekti.) 9. Emniyet birimlerinde çalışan Türk-Rum oranının yeniden düzenlenmesi. (Polisin yapılanmasındaki yüzde 60 Rum, yüzde 40 Türk oranı Rumların lehine istenildiği gibi değiştirilecek ve uzun vadede polis gücü sadece Rumlardan oluşacaktı.) 10. Emniyet, savunma ve amme hizmetleriyle ilgili olarak Türk ve Rum oranının nüfus oranına göre yeniden düzenlenmesi. (Ortak asker gücündeki yüzde 60 Rum, yüzde 40 Türk oranı, yüzde 82 Rum, yüzde 18 Türk şeklinde değiştirilecekti.) 11. Amme Komisyonu üye sayısının 4 Rum, 1 Türk olarak yeniden düzenlenmesi. (Devlete memur alımında söz sahibi Amme Komisyonundaki eşit oran, dörde bir şeklinde değiştirilecek ve karar için Türklerin çoğunluk oyu istenmeyecek, devlet Rum memurlarla doldurulacaktı.) 12. Amme Komisyonu’nun kararlarının salt çoğunluğa göre alınması. (Rum üyelerin onayladığı kararlar kabul edilecek, Türklerin itirazı veya istekleri dikkate alınmayacak) 13. Rum Cemaat Meclisi’nin feshedilmesi. (Türkler muhtariyet düzeyine indirilsin, Türk Cemaat meclisi sembolik olarak kalsın, Temsilciler Meclisi ise sadece Rumlardan oluşsun.) III. Makarios, önce bu teklifi Cumhurbaşkanı Muavini rahmetlik Dr. Küçük’e sundu. Ondan red yanıtını alınca da Ankara’nın yolunu tuttu, belki Garantör Türkiye’yi ikna ederim düşüncesi ile. 22-26 Kasım 1962 tarihlerinde III. Makarios’un Ankara’ya yaptığı resmi ziyarette dönemin Başbakanı rahmetlik İsmet İnönü kendisini büyük bir saygı ile karşılamış, kusursuz bir şekilde konuk etmiş ve nazik bir şekilde önerisini reddederek geri göndermişti. Kendisini “akıllı” olarak tanımlayamayacağım Makarios, rahmetlik İnönü’nün bu kibarlığını Türkiye’nin acizliği olarak algılamış ve Türkiye’nin gücü ile varlığını küçümseyip, Türkiye’nin değiştirmeği reddettiği 13 Anayasa maddesini silah gücü ile değiştirebileceğini sanma yanılgına düşmüş, 21 Aralık 1963 gecesi organize bir şekilde Kıbrıslı Türklere saldırarak adayı kana bulamıştı…. Kendisini “akıllı” olarak tanımlayamayacağım Makarios, rahmetlik İnönü’nün bu kibarlığını Türkiye’nin acizliği olarak algılamış ve Türkiye’nin gücü ile varlığını küçümseyip, Türkiye’nin değiştirmeği reddettiği 13 Anayasa maddesini silah gücü ile değiştirebileceğini sanma yanılgına düşmüş, 21 Aralık 1963 sabahı erken saatlerde organize bir şekilde Kıbrıslı Türklere saldırarak adayı kana bulamıştı. Cumartesileri benim için sıra dışı bir okul günüydü. Hafta içi günlerden farklı olarak Cumartesi günleri okul saat 12.00’de biter ve İstiklal Marşından sonra koşarak yemekhaneye giderdik. Sonrası da macera doluydu. Önce, Mağusa Hastanesi Başhekimi amcam, eski Sağlık bakanı ve UBP Milletvekili, Dr. Ali Atun’un evine gider, bir yemek de orada yerdim. Sonra da harçlığımı alıp, doğru kız arkadaşımla birlikte gideceğimiz sinemanın yolunu tutardım. Tabii kız arkadaşımla gideceğimiz sinema derken, sakın hayalinize el ele sinemaya gittiğimiz gelmesin. Kız arkadaşım kendi arkadaşları ile 15. sırada oturuyorsa, ben de kendi arkadaşlarımla ona en yakın yer olan 25. olmadı 30. sırada veya o civarlarda oturabilirdim. Daha yakına oturmak kesinkes yasaktı. Sonra hemen duyulur dedikodu olurdu….. 21 Aralık 1963 Cumartesi günüm aynen bu rutinle başlamıştı ama sabah sabah uzun kulaktan duyduklarım olağan yaşamın dışındaydı ve pek de iç açıcı değildi. Gelen dedikodu cinsinden haberlere göre Lefkoşa’nın Tahtagala (Tahtakale) bölgesinde sabaha doğru bir takım olaylar olmuş ve Zeki Halil ve Cemaliye Emirali adlı iki Türk Rum polisince vurulmuş. Gerçekte bu haber çok sıra dışıydı. Ortada ne EOKA vardı ne de TMT. Nereden çıkmıştı bu vurma olayı pek de anlamamıştık çocuk aklımızla. Arkadaşlarımızla öğlene kadar bu konuyu konuşmuş, öğlen törenden sonra da tamamen unutmuş, aklımız ve tüm dikkatimiz sinemaya ve kız arkadaşlarımıza yoğunlaşmıştı. Doğanın kuralı böyle. Varsa yoksa kız arkadaşımız, sinema, kola, çakulet ve gezme tozma! Bütün dünyamız bunlardan oluşmaktaydı o yıllarda. Bir de çok can sıkıcı olmasına rağmen ders çalışmak vardı tüm bu güzelliklere ilaveten. Mağusa’da Kıbrıslı Türklerin büyük bir çoğunluğu Surlariçinde yaşarken, bir kısmı da Karakol (Karaolos), Sakarya, Yeni İzmir ve Baykal bölgelerinde yaşamaktaydı. Namık Kemal Lisesi ise konum olarak çok stratejik bir yerdeydi. Rumların neredeyse tümünün yaşadığı Maraş şehri ile Türklerin yaşadığı ve etrafı 12 metre yüksekliğinde surlarla çevrili Mağusa Kaleiçi’nin arasında kalan bölgedeydi. Namık Kemal Lisesi’nin karşısında Mağusa Genel hastanesi, Doğusunda Maraş Polis Merkezi, Güneyinde eski İngiliz kampı ve batısında da Surlar ve Surların içine giren tarihi kapı yer almaktaydı. Akşamüzeri Namık Kemal Lisesi’nin ikinci katında yer alan yurt binamıza kısa boylu bir abimiz geldi. O güne kadar kendisini hiç görmemiştim ve tanımıyordum kendisini. Yurtta kalan tüm erkek öğrencileri, sıraların arkaya doğru basamak basamak yükselen platformların üzerine konumlandırıldığı amfi tiyatro görünümündeki Müzik salonuna topladılar ve bu abimiz bize hitap etti. Sırtında kahverengi deri bir mont vardı ve Kıbrıs şivesinden daha çok Türkiye şivesiyle konuşuyordu. Ancak dili her iki tarafa da çarpıyordu. Bize artık çok büyük görevler düştüğünü, önemli bir yerde olduğumuzu ve nöbet tutmamız gerektiğini söyledi. Müdürün zemin kattaki odasında siyah bir telefon vardı, çevirmeli tuşlu olanından. Bir arkadaşımız telefonun başında oturacaktı. Diğeri Müdür odasının kapısının önüne konacak sandalyede. Diğerleri de birbirlerini görecek ve duyacak şekilde, binanın içinden 3. katta bulunan terasa çıkan merdivenin başında ve sinilerde oturacaklardı. Terasta nöbet tutan arkadaşımız Rum tarafında, özellikle de Rum Polis Merkezinde olağandışı bir hareket görürse hemen en yakındaki nöbetçiyi bilgilendirecekti. O da merdiven başındakilere seslenecek ve sıra ile birbirimize seslenerek Müdürün odasındaki telefondaki arkadaşa mesajı iletecektik. O da kendisine verilen numarayı arayıp terastaki nöbetçiden gelen bilgiyi iletecekti… Yurt binasına gelen abimiz bize artık çok büyük görevler düştüğünü, olası bir silahlı çatışma durumunda çok önemli bir yerde olduğumuzu ve nöbet tutmamız gerektiğini söyledi. Müdürün zemin kattaki odasında siyah bir telefon vardı. Çevirmeli tuşlu olanından. Bir arkadaşımız telefonun başında oturacaktı. Diğeri Müdür odasının kapısının önüne konacak sandalyede. Diğerleri de birbirlerini görecek ve duyacak şekilde, binanın içinden 3. katta bulunan terasa çıkan merdivenin başında ve sinilerde (sahanlıklarda) oturacaklardı. Rum tarafında, özellikle de Rum Polis Merkezinde olağan dışı bir hareket görürsek hemen birbirimize seslenecektik. Telefondaki arkadaş da kendisine verilen numarayı arayıp bilgi verecekti. Tüm arkadaşlar ilk nöbet tutmak heyecanımızı 21 Aralık gecesi yaşadık. Hayatımın ilk askeri görevini 15 yaşında gerçekleştirmiştim. Artık adımız “Mücahit” idi. Gerçekte “Mücahit” kelimesini de hayatımda ilk kez o gün duymuştum. Arapça ile daha tanışmadığım için de manasını hiç bilmiyordum. Çok sonraları “Cihat için savaşan asker” manasına geldiğini öğrenecektim. Bütün gece boyunca nöbet tuttuk. Saatler hiç geçmiyordu. Bırakın saatleri, dakikalar bile geçmiyordu. Hava ayaz, binanın içi de buz gibiydi. Ama biz artık Mücahit olduğumuz için hiç üşümüyorduk. Soğuk bize asla işlemezdi. Göz kapaklarımız kurşun gibi ağırlaşmış olsa dahi hiç uyumadık o gece. 22 Aralık sabahı güneş birazcık ışıyınca rahat bir nefes aldık. Nasıl olsa korkak Rumlar cesur Türklere, gündüz vakti saldırmaya cesaret edemezlerdi. Bütün bir Pazar günü, terasta ve merdiven sinilerinde nöbet tutmakla geçti. Pek bir olay yaşamadık o gün. Akşam olunca, yanı başımızdaki polis Merkezinden bağırmalar, küfürler ve silah sesleri gelmeye başladı. Gecenin karanlığı içinde, Polis Merkezinin arka tarafından hızla çıkarak koştuğunu varsaydığımız birkaç kişi, Namık Kemal Lisesi’nin etrafı açık futbol sahasının içinden koşarak geçtiler ve küçük tepeyi hızla çıkarak çam ağaçlarının arasında kayboldular. Arkalarından koşan ve ellerinde av tüfeği olduğunu sandığımız birkaç kişi de onları kovalıyordu. Kaçanlar, göz açıp kapayıncaya kadar önlerindeki küçük tepeye tırmanıp koyu karanlığın içinde gözden kaybolunca, onları kovalayanlar küçük tepenin eteklerine geldiklerinde durdular ve tepeye tırmanmaya gerek duymadılar. Futbol sahasının kuzey tarafındaki kale direğinin oralarda kendi aralarında bir şeyler konuştuktan sonra okula taraf döndüler ve “Zito Enosis” (yaşasın Yunanistan’a ilhak) diye bağırarak içinde olduğumuz lise binasına ateş etmeye başladılar. Ben diyeyim yirmi kez, siz deyin beşyüz kez. O heyecan ve korku içinde kim kaç el ateş ettiklerini sayabilirdi ki. Bu hengame içinde aramızda altına eden var mıydı bilmiyorum ama ben korku ile karışık büyük bir heyecan yaşamış olmama rağmen etmemiştim. Tek taraflı bir silahlı çatışmanın tam ortasındaydım. Av tüfekleri ile ateş eden Rum polislerin beni gördüklerini, tüfeklerini bana doğru doğrultarak beni hedef aldıklarını ve ellerindeki tüm mermileri de bana sıktıklarını sanıyordum. Hepimiz pencerelerin altına veya da parapet duvarlarının arkasına sinmiş onları seyretmeye çalışıyorduk. Yanan herhangi bir lamba yoktu ve okul binası tamamen karanlık içindeydi. Herhalde dıştan bakınca binayı kapkaranlık gördüler ve de okul tarafından kendilerine karşı ateş edilmediği için de, binanın içinde hiç kimsenin olmadığını düşündüler. Mermileri bitene dek ateş ettikten sonra da güle oynaya gerisin geriye polis merkezine döndüler. Müthiş bir geceydi ve elimizde silah olmamasına rağmen kahramanca direnmiş, mevzilerimizi terk etmemiştik. Neyse ki onlarca kez ateş etmelerine rağmen beni hiç tutturamadılar ve hiçbir yara almadım o silahlı çatışmada… Müthiş bir geceydi ve elimizde silah olmamasına rağmen kahramanca direnmiş, mevzilerimizi terk etmemiştik. Neyse ki onlarca kez ateş etmelerine rağmen bana isabet ettiremediler ve hiçbir yara almadım o silahlı çatışmada. Ertesi sabah gün ışırken, gece bana doğru açılan ateşte arkasına sığındığım 3. kattaki terası çepeçevre çevreleyen parapet duvarının kuzey batı köşesinin ne hale geldiğini görmek için uykulu uykulu yukarı çıkmış, terasa kapısından sürünerek çıkıp, düşmana hedef göstermeden saklandığım köşeye kadar gitmiştim. Artık serde Mücahit olmak vardı ve çok dikkatliydim. Düşmana hedef olmadan hareket etmeyi de öğrenmeye başlamıştım. (İstersen öğrenme…) Etrafı iyice incelemiş, didik didik etmiştim ama ne bir saçma izi, ne de mermi deliği görebilmiştim benim arkasına saklandığım, daha doğrusu sindiğim köşenin dış yüzeyinde. Herhalde beni ıskaladı, tüm mermileri de boşa gitti diye düşündüm günün ilerleyen saatlerinde binanın geri kalan kısmını inceleyene dek. Öğleye doğru bir fırsatını buldum ve lise binasının çepeçevre tüm dış duvarlarını sürüne sürüne inceledim. Duvara gömülmüş saçmalardan ve kırılan pencerelerden anladığım kadarı ile sadece alt kat pencerelerine ateş etmişti Rum polisler. Herhalde bizden, özellikle de benden korkmuş olmalılar ki, terasa doğru hiç ateş etmemişler. Bunun ve ileriki aylardaki deneyimlerimin faydasını hem 1970 yılında mücahitliğimi yaparken (askerlik), hem de mücahit olarak katıldığım 20 Temmuz 1974 günü başlayan Mutlu Barış Harekatında bol bol gördüm. Çatışmalarda düşmanın sıktığı mermilerin tümünün bana doğru gelmediğini artık iyice öğrenmiştim. Zaten bir tanesi bile gelmiş olsaydı, şimdiye hayatta olmaz, bu yazıyı da yazamazdım… 22 Aralık 1963 gecesi, silah sesleri altında korku ile dolu yaşadığım o dakikalar içinde bir an, 4 yıl önce yaşadığım bir olay sinema şeridi gibi gözümün önünden geçmişti. O vakit daha 11 yaşındaydım ve bende hayat boyu iz bırakacak bir silahlı çatışmaya göz şahidi olmuştum istemeden. 1959 yılının sonbaharının burnunu gösterdiği Eylül ayının bir sabahı Lefkoşa, Köşklüçiftlik’te Doros Sokak (Sabri Kazmaoğlu Sokak) No. 14’deki tek katlı evimizden çıkıp Sarayönü’ne gitmek üzere bisikletime binmiştim. Amacım eve gazete almak ve de fırsattan istifade Kemal Deniz kitabevine yeni gelen kitaplara bakmaktı. Bu güzergahım hiç şaşmazdı. Bizim sokak bitince sola Osman Paşa Caddesine döner, Caddenin sonuna doğru, şimdiki KKTC Meclisinin yan kapısının çaprazındaki, Osman Paşa Caddesi ile Servet Somuncuoğlu Sokak’ın köşesinde yer alan ünlü bakkal Blacky’den 2 kuruşa Kit Kat alır, sonra da Ledra ışıklarına doğrulurdum. Ledra ışıklarına yönelmemin nedeni de günümüz adları ile Memduh Asaf Sokak ile İkinci Selim Caddesinin kesiştiği köşede Türkiye Cumhuriyeti Konsolosluğunun bulunması ve önündeki direkte de Türk Bayrağının dalgalanıyor olmasıydı. İllaki bu bayrak direğinin önünden geçecek ve Türk Bayrağına selam verecektim…. Ledra ışıklarına yönelmemin nedeni de günümüz adları ile Memduh Asaf Sokak ile İkinci Selim Caddesinin kesiştiği köşede Türkiye Cumhuriyeti Konsolosluğunun bulunması ve önündeki direkte de Türk Bayrağının dalgalanıyor olmasıydı. İllaki bu bayrak direğinin önünden geçecek ve Türk Bayrağına selam verecektim. Bayrağın önünden geçerken bisikletimin pedallarına basarak ayağa kalkar ve Surlariçine gidiyorsam, yani Türk bayrağı sağ tarafımda ise sağ elimi sağ kaşımın kenarına dokundurarak, dönüyorsam, Türk bayrağı sol tarafımda ise sol elimi sol kaşımın kenarına dokundurarak çok ciddi bir şekilde selam verirdim. Bu yöntemle selam vermek benim koyduğum bir kural ve vazgeçilmez bir ritüeldi. Dönem İngiliz Sömürge dönemiydi ve sokaklarda, caddelerde direk üstünde asılı Türk Bayrağı görmek, İngiliz Sömürge Yönetimi tarafından yasaklandığı için neredeyse olanaksızdı. Bir keresinde direkte dalgalanan Türk Bayrağına selam durmak için bisikletin üzerinde ayağa kaktığımda dengemi kaybetmiş ve bisikletin dümeni elimden kaçtığından da yolun solunda yürüyen bir kadına çarpmıştım. Hem orada eşek sudan gelene kadar dayak yemiştim hem de evde. Ama bende akıllanmak ne gezer. Ertesi gün ve diğer günlerde okula giderken gene selam durmuştum Türk Bayrağına, dayak yemek pahasına. O yaşlarda dayak yemek en korkulu cezalardandı benim için. Hem dayak yerdim, hem de harçlık giderdi. Dayağın acısı üç beş dakika sonra geçerdi ama üstüne bir de harçlık da giderdi. Bütün gün çakuletsiz (çukulata), kolasız veya da çöreksiz, kısaca ablos (hiçbir şeysiz) kalırdım. O gün Blacky’den Kit Kat aldıktan sonra bahçesindeki direk üstünde Türk Bayrağının dalgalandığı Türk Konsolosluğu tarafına yöneldim. Direkte dalgalanan Türk Bayrağına olağan selamımı verdikten sonra yokuş yukarı doğru uzanan Sarayönü Sokak’taki köprüden Surlariçi’ne girdim. Günümüzde rahmetlik Haşmet Gürkan’ın heykelinin yer aldığı Haşmet Gürkan sokağından geçip, Mahkemelerin önüne geldim. Oradan da dosdoğru Sarayönü’nde günümüzde Enver Eczanesinin bulunduğu yerin tam arkasındaki, Mecidiye Sokak ile Cumhuriyet Sokak’ın kesiştiği köşede o dönemde yer alan Kemal Deniz Kitabevine gittim. Rahmetlik Kemal bey içerdeydi. Beni görünce başımı okşamış, “Hoş geldin” demişti. Akıcı bir Türkçe ile konuştuğum için beni çok severdi Kemal Bey… Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen Milletvekili seçimini kazanarak milletvekili seçildiğim Mağusa Mahkemesi Başkanı tarafından resmen açıklandığı gün bana ilk tebrik mesajını telgrafla rahmetlik Kemal Deniz bey göndermiş, sonra da bir sohbette bana Milletvekilliği yaptığı dönemde edindiği deneyimlerini nasihat olarak aktarmıştı. Nurlar içinde yatsın, mekanı Cennet olsun. Benim 11 yaş gözlemlerime göre kitabevinin üç bölümü vardı. Mecidiye sokaktaki kapıdan içeri girilince, sağda kitapların yer aldığı bölüm, solda Tom Miks, Teksas gibi mecmua ve gazetelerin bulunduğu yer, karşıda da paranın tahsil edildiği kasa yeri ve kırtasiye malzemeleri bulunurdu. Kitapların olduğu bölüm de kendi içinde ikiye ayrılırdı. Yeni gelen kitaplar giriş kapısına yakın yerde, bir evvelki sene gelmiş olanlarla, indirimde olan kitaplar da hemen onun devamında, içeri doğru giden bir banko ve raf içindeydi. Önce, yeni gelen kitapları iyice karıştırmış, sonra da neredeyse hepsini ezbere bildiğim bir sene evvel ve çok daha önceleri gelmiş kitaplara tek tek göz attıktan sonra gözüme kestiklerimi alıp Kemal beye 2 şilin ödemek üzere kasa olarak kullanılan bankoya yöneldim. O dönemde 2 şilin iyi bir paraydı. Sarayönü’ndeki seyyar sandviççilerden bolibifli (kutu eti) sandviç ve bir bardak ayran bir şiline, yani 10 Kıbrıs kuruşuna alınabiliyordu. 20 sigaralık bir paket Craven A de sanırım 12 kuruştu. Adımımı dışarı atar atmaz da yaşamın bir başka yüzüyle karşı karşıya geldim ve benim için “hayatımın ilk büyük deneyimi” diyebileceğim bir olayla karşılaştım. Önce, yeni gelen kitapları iyice karıştırmış, sonra da neredeyse hepsini ezbere bildiğim bir sene evvel ve çok daha önceleri gelmiş kitaplara tek tek göz attıktan sonra gözüme kestiklerimi alıp Kemal beye 2 şilin ödemek üzere kasa olarak kullanılan bankoya yöneldim. O dönemde 2 şilin iyi bir paraydı. Sarayönü’ndeki seyyar sandviççilerden bolibifli (kutu eti) sandviç ve bir bardak ayran bir şiline, yani 10 Kıbrıs kuruşuna alınabiliyordu. 20 sigaralık bir paket Craven A de sanırım 12 kuruştu. Kemal beyin kitabevinde kasa olarak kullanılan bankonun hemen yanında da Cumhuriyet sokağa açılan 2’nci bir kapı yer almaktaydı. Genelde kitabevine giriş Mecidiye Sokak’taki kapıdan yapılır, çıkış da Cumhuriyet sokağa açılan kapıdan olurdu. Günümüz kavramlarına göre küçük, o günün koşul ve anlayışına göre de büyük bir dükkandı Kemal beyin sahibi olduğu kitabevi. Neredeyse başka hiçbir dükkanda böylesi, biri giriş, diğeri de çıkış için kullanılan iki kapı bulunmamaktaydı. Kitaplarımın parasını ödedikten sonra Cumhuriyet Sokağa açılan kapıya yöneldim. Kapıdan yola üç basamaklı bir merdiven ile inilmekteydi. Adımımı dışarı atar atmaz da yaşamın bir başka yüzüyle karşı karşıya geldim ve benim için de “hayatımın ilk büyük deneyimi” diyebileceğim bir olayla karşılaştım. Kafam yeni aldığım kitabın içine adeta düşmüş gibi satın aldığım kitabın sayfalarını merdivenin ilk basamağında durup karıştırırken önce adeta haykırır gibi bir ses duydum. “Be İsmail Bedasi” diye birine sesleniyordu bağıran adam. Adı Cumhuriyet sokak olan yolda, o saatlerde en fazla üç-dört kişi bulunmaktaydı. “Be İsmail Bedasi” diye seslenen adamın yanında birisi daha vardı ve bana göre yaklaşık sekiz-dokuz metre sağ tarafımda, yolun da Kemal beyin kitabevinin olduğu tarafından bana doğru yürümekteydiler veya durmaktaydılar. Adının “İsmail Arif Bedasi”, lakabının da “Galeci” olduğunu sonradan öğrendiğim adam ise bana daha yakındı ve iki-üç metre sağ tarafımda yolun ortasında, yüzü Mecidiye sokağa taraf dönük yürümekteydi. İsmail Arif Bedasi kurşuni renkli bir pantolon giyiyordu. Gömleğinin rengini hatırlamıyorum ama sanırım beyazdı ve kısa kolluydu. Kendisine seslenen adamların her ikisi de, genelde İngiliz askerlerinin yazın giydiği, etrafı çepeçevre yuvarlak ve kenarları aşağı doğru sarkan, genelde güneş altında çalışan işçilerin, çiftçilerin veya da ava giden kişilerin giydiği haki renkli bez şapkalardan giyiyorlardı. Pantolon ve gömlek renklerini nedense hiç hatırlamıyorum. Net olarak hatırladığım her ikisinin de bıyıkları olduğu idi. Her ikisinin de bıyıkları siyah renkli, dudakları üzerinde ince bir çizgi şeklindeydi. Herhalde dönemin gençleri arasındaki modaydı o tarz bıyık bırakmak. Yüzlerini ise net olarak görememiştim ve kendimi çok zorlamama rağmen hiçbir zaman da gözümün önüne net olarak gelmedi bu iki kişinin yüzü. Biri orta, diğeri kısa boyluydu. İsmail Bedasi kendisine kimin seslendiğini görmek için geri döndüğünde yan yana duran iki adamdan bir tanesi, nereden çıkarttığını göremediğim silahı kendisine doğrulttu ve ateş etti. Bedasi “Ah vuruldum” diyerek Mecidiye sokağa doğru dönüp oradan uzaklaşmak için hamle yapmak isteyince bir el daha ateş etti ve sağ kalçasından vurdu kendisini. Sonra bir el daha ateş etti… İsmail Bedasi olduğu yere, yolun ortasına yan dönerek yüzükoyun yıkıldı kaldı. Başı asfaltın ortasında sağa dönüktü. Vücudu ise arka sağ cebinden ve ön kısmından nereden çıktığını bilemediğim bir yerden asfalta kan akmaya başlamıştı. O an mı ölmüştü yoksa biraz can çekişip sonra mı ölmüştü hiç hatırlamıyorum. Zaten şok olmuştum… İsmail Bedasi kendisine kimin seslendiğini görmek için geri döndüğünde yan yana duran iki adamdan bir tanesi elindeki silahı kendisine doğrulttu ve ateş etti. Bedasi “Ah vuruldum” diyerek Mecidiye sokağa doğru dönüp oradan uzaklaşmak için hamle yapmak isteyince bir el daha ateş etti ve sağ kalçasından vurdu kendisini. Sonra bir el daha ateş etti. Bu merminin nereye isabet ettiğini görmedim, daha doğrusu göremedim. İsmail Bedasi olduğu yere, yarı yüzükoyun yatar halde, belden yukarısı yüzü koyun, belden aşağısı yan yatmış vaziyette yolun ortasına yıkıldı kaldı. Hiç başka bir hareket yapmadı veya yapamadı. Pantolonunun arka sağ cebinden ve ön kısmında nereden çıktığını bilemediğim bir yerden asfalta kan akmaya başlamıştı. O an mı ölmüştü, yoksa biraz can çekişip mi ölmüştü hiç hatırlamıyorum. Zaten şok olmuştum. Silahı ile ateş eden adam, yanındaki arkadaşına hemen silahı uzattı. Arkadaşı silahı kaptı, gömleğinin içine koydu, gerisin geriye dönerek Asmaaltı Sokağa doğru koşmaya başladı. Köşede kendisine birisinin verdiği koyu yeşil renkli bir bisiklete binerek saniyeler içinde gözden kayboldu. Diğeri de yani ateş eden adam, bana taraf koşmaya başladı. Yanımdan geçerken bana fena bir bakış fırlattı ve Mecidiye Sokağa doğru koşmaya devam etti. Köşeye gelince Abdi Çavuş Sokak yönüne yani bana göre sağa dönerek gözden kayboldu. Bir olasılıkla ona da birileri, hemen bölgeden uzaklaşabilsin diye köşe başında bir bisiklet verdi. Ben hala basamakların üstünde, yaşadığım heyecan nedeni ile dona kalmıştım. Heykel gibiydim… Kemal Deniz bey kapıya kadar geldi ve dışarı bir göz attı. Son derece soğukkanlıydı. Hiçbir telaş gösterisinde bulunmadı, paniklemedi de. Yerde yarı yüzükoyun yatan adama kaçamak bir bakış fırlattı ve “Bedasi’yi kim vurdu acaba” gibi veya da ona benzer sözcükler çıktı ağzından, hepsi o kadar. Sonra da bana döndü ve “Sen hemen arka yollardan eve git. İngiliz Polisleri gelince seni görmesinler. Gördüklerini de kimseye söyleme sonra başın derde girer” diyerek beni girdiğim şoktan çıkardı ve oradan uzaklaşmamı sağladı. Ben giriş kapısının kenarına bıraktığım bisikletimi kaptığım gibi önce hızla Mecidiye Sokak tarafına sürdüm, oradan Abdi Çavuş Sokağa döndüm, oradan da ara yolların içinden gözden kayboldum. Eve de çok uzak bir yoldan birkaç saat sonra ancak dönebildim. Döndüğüm zaman bir müddet ağzımı açmadım, daha doğrusu açamadım. Sonra da, 20 Temmuz 1974 Mutlu Barış Harekatı sonrasında Gazimağusa’nın ilk Belediye Başkanı seçilecek olan rahmetlik ağabeyim Bora Atun’a gördüklerimi anlatmak amacı ile korka korka, kalbim küt küt atarak yanına gittim. Ağabeyim herhalde yüzümden ve tavırlarımdan olağan dışı bir şeyler olduğunu veya da sıra dışı bir olay yaşadığımı anlamış olmalı ki, her zaman ki şakacı yaklaşımını bir kenara bırakıp, gayet ciddi tavırlarla bana ne olduğu sordu. Konuyu anlatmak için ağzımı açtım ama ne ses çıktı ne de bir seda ağzımdan. Yaşadığım olay kafamda bir sinema şeridi gibi geçiyordu ama kafamın içinde seyrettiğim bu filmi bir türlü sözlere döküp anlatamıyordum. Kekemeye dönüşmüş olsam neyseydi ama tam bir dilsiz olmuştum…… İşte 22 Aralık 1963 gecesi, silah sesleri altında korku ile dolu yaşadığım o dakikalar içinde bir an, 4 yıl önce yaşadığım bu olay sinema şeridi gibi gözümün önünden geçmişti. Kaderde silahla tanışmak, silahla yaşamak ve savaşmak da varmış demek ki, hepsini zamanı gelince sıra ile yaşadım….. Ata ATUN e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com http://www.ataatun.org Facebook: Ata Atun http://www.twitter.com/ataatun |
1132 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |