Yeni Türkiye’nin Yeni Vizyonu Yeni Türkiye’nin Yeni Vizyonu Özdem SANBERK Yeni Türkiye’nin kadim halkının tarihi ve kültürel zenginliğini koruması, devletin azınlıktaki dinî inançları yorumlamaktan ve yönlendirmekten kaçınmasına ve bireysel hak ve özgürlükler temelinde liberal reformlara devam etmesine bağlı olacak. Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığı seçimlerini az farkla kazanarak beklendiği gibi cumhuriyetimizin 12. Cumhurbaşkanı oldu. 21. yüzyıl düzeninin doğum sancıları yaşanırken gerçekleşen bu sonuç, yeni bir Türkiye için yeni bir vizyonun habercisi. Bu vizyonun ne olduğunun anlaşılması için 2015 genel seçimlerini beklemek gerekiyor. Ancak yeni hükümetin kurulması bize bazı ipuçları verebilir. Muhafazakâr Devrim Şu bir gerçek: Türkiye, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte muhafazakâr bir devrimin eşiğinde. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı Türkiye’de parlamenter demokrasiyi fiilen sona erdirecek ve yerine henüz tanımlanmayan başka bir sistemi ikame edecek. Bu sistemde karar alma süreçleri fiilen ve kurumsal olarak cumhurbaşkanlığında yoğunlaşacak. Denge ve denetlemenin işleyip işlemeyeceği ise zaman içerisinde netleşecek. Yeni cumhurbaşkanı, bu suretle, Türkiye Cumhuriyeti’nin işleyişine köklü bir değişiklik getirecek ve 90 yıllık tarihinde yeni bir sayfa açacak. Bu yeni sayfa, yalnız Türkiye’nin ve bölgenin mukadderatını etkilemekle kalmayacak, dünya siyaset sahnesindeki dengeleri de etkileyecek. Kısa dönem Ama şimdi yeni cumhurbaşkanı görevine başlar başlamaz kurulan hükümetin iç politikada, ilk ağızda, muhtemelen iki temel strateji izleyeceği söylenebilir. Birincisi iktidar partisinin 2015 genel seçimlerinde yeni bir anayasa için yeterli çoğunluğu kazanmasına odaklanmak; ikincisi ise “Durmak yok yola devam!” sloganı altında yeni Türkiye’yi hazırlayacak muhafazakâr devrimci sosyal ve kurumsal yapıların inşasına başlamak. Yeni hükümetin bu çerçevede genel seçimlere kadar geçecek kritik ara dönemde öncelikli icraatı ve olası gelişmeler hakkında bazı öngörülerde bulunmaya cüret edecek olursak aşağıdaki tahminleri yapabiliriz: Yeni hükümet her şeyden önce ekonomik istikrarın ve yurda yabancı sermaye akışının devamını sağlamaya çalışacak. Yabancı sermaye sahipleri ise hükümetin ekonomi yönetimini ve yolsuzluklarla mücadelesini yakın takip altına alacak. Yeni hükümet, içeride aynı zamanda Barış Süreci’nin canlı kalmasına yönelik politikalara ağırlık verecek. Özerklik ve alternatif kimlikler gibi kritik konular ara dönemde herhangi bir nihai çözüme kavuşacak olmamakla beraber gündemdeki yerlerini koruyacak. Dış politikada ise yeni hükümet bugüne kadar sürdürdüğü çizgisinde büyük bir değişikliğe gitmeyecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan NATO, Avrupa Birliği ve Amerika gibi ittifak ilişkilerine önem vermeye devam edecek. Batı ile ilişkilerimiz zaman zaman gerginleşse de yeni cumhurbaşkanı, görüş ayrılıklarının ciddi ve açık krizlere dönüşmesine izin vermeyecek. Yeni seçilen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2014 yılını Avrupa Birliği yılı ilan ettiği düşünüldüğünde Türkiye’nin, hâlen duraklamış durumda bulunan tam üyelik müzakere sürecinin canlandırılması için yeni hükümetin ve cumhurbaşkanının aktif girişimlerde bulunması beklenebilir. Enerji tedarikçisi komşularımız olan Rusya ve İran gibi petrol ve gaz üreticisi ülkelerle işbirliğimiz önceliğini koruyacak. Türkiye, baskı altındaki Müslüman toplumlarla, nerede olursa olsun, dayanışma içinde olmaya ve davalarına sahip çıkmaya eskisi gibi özen gösterecek. Ortadoğu, Karadeniz ve Kafkasya’daki sıcak çatışma alanlarının güvenliğimiz için yarattığı tehditlerle ise baş etmeye çalışacak. 2015 ve sonrası 2015 genel seçimlerini müteakip, eğer iktidar partisi hükümeti yine işbaşında kalırsa, Türkiye diplomasisi esas itibarıyla yine bugünkü çizgisi doğrultusunda devam edebilir. Yani Türkiye; Ortadoğu’da HAMAS’ı, Müslüman Kardeşler’i ve Esed karşıtı muhalefeti desteklemeye devam edecek. HAMAS ile var olan diyaloğu ve Amerika’yla ittifak ilişkisi Türkiye’ye bölgede diplomatik hareket alanı sağlamaya devam edebilir. Ancak bu alan, İsrail ve Mısır’la kopuk ilişkilerde bir gelişme olmazsa dar kalmaya mahkûm olabilir. İslam Devleti’nin Irak ve Suriye’de güçlenmeye devam etmesi ile Suriye ve Irak’taki iç savaşlardan kaynaklanan güvenlik tehditleri ve kitlesel göç hareketleri, yeni yönetim için ciddi iç ve dış sınavlar oluşturmayı sürdürecek. Ortadoğu’daki çöküşten doğan ve dış ticaret yollarımızı da kısıtlayan bu tehditler, Türkiye diplomasisinin bölgesel boyutunun kısa ve orta vadede yeniden gözden geçirilmesi lüzumunu gündeme getirebilir. Ancak IŞİD tarafından rehin tutulan vatandaşlarımızın kurtarılması geciktiği ölçüde, Türkiye’nin Ortadoğu’da hareket serbestisi ve yeni politikalara yönelme imkânları sınırlanabilir. Yeni Türkiye, bölgede ve İslam dünyasında nüfuz politikası izlemeye devam edecek. Bu nedenle dış politikada kendini ister istemez güçler dengesi ve jeopolitik rekabet arenasının merkezinde bulacak. Kabiliyet/kapasite açığını kapatamaz ve dış ilişkilerinde uzun vadeli sabit stratejik önceliklerini belirleyemezse Türkiye’nin bu arenada karşılaşacağı gaileler ve mücadeleler dış politikasındaki enerjisinin büyük kısmını tüketebilir. Bu durum ise Türkiye’yi, 21. yüzyılın gerçek gündemini oluşturan dünya ticaretinin liberalleştirilmesi, nükleer silahsızlanma, iklim değişikliği ve çevre gibi ülkemizin ve insanlığın geleceğini ilgilendiren küresel sorunların çözümüne yönelik uluslararası çalışmaların ve karar mekanizmalarının dışında bırakabilir. Küresel sorunlara öncelik verilmez ve ayrıca Arap ülkeleriyle zaman içerisinde gelişen soğukluk giderilmezse Türkiye’nin yeniden BMGK geçici üyeliğine yönelik girişimleri sonuç vermez. Batı Balkanları, hatta kısmen Ukrayna’yı da içine alarak tüm kıtaya genişleyecek olan büyük Avrupa Birliği’ne katılma hedefine kilitlenilmediği takdirde Türkiye, Ortadoğu ile Avrupa arasında, bölgemizden Batıya istikrarsızlıkların ve demografik hareketlerin akımına set çeken bir tampon ülke statüsüne rıza göstermiş durumda kalabilir. İç politika vizyonu Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı ile birlikte muhafazakâr devrim asıl yurt içinde sosyo-kültürel alanda yaşanacak. Bugün Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin muhafazakâr devrimciliği toplumun çoğunluğunun tercihini yansıttığı ölçüde meşru bir nitelik kazanmakta. Dindarlık öteden beri halkın büyük çoğunluğu için bir istikrar ve muhafazakârlık unsuru olarak görülüyor. Türkiye’de büyük çoğunluk inançlı bireylerden oluşuyor. Genel olarak bu çoğunluk, inançlarının gereklerini yerine getirmeye özen gösteren bir karaktere sahip. Bu insanlar, yine büyük çoğunluğu itibarıyla, itidal ve sağduyu sahibi olup, yarına güvenle bakmak isteyen, daha fazla refah arzu eden, bu nedenle barış ve sükûnet arayan az gelirli veya yeni orta sınıfa mensup şehirli kitlelerden ve kırsal kesimlerden meydana gelir. Aynı zamanda radikal akımlara itibar etmeyen ve şiddeti reddeden bir dünya görüşüne sahiptirler. Türkiye’de dindarlığın görünürlüğünün artması, esas itibarıyla, son on yılda Müslümanlığın dayatılmasından ziyade, bu muhafazakâr kitlenin baskıcı bir laiklik uygulamasından dindarlıklarını serbestçe yaşayabildikleri hayat koşullarına geçişlerinden kaynaklanıyor. Özellikle çoğunluğu oluşturan Sünni/Hanefi kitlelerin mevcut iktidar sayesinde serbest kalan dini tercihlerine dayanan bir demokrasi anlayışı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçim tabanını oluşturan kitlenin gündelik manevi ihtiyaçlarının da serbestçe karşılanması taleplerine cevap veriyor. Bu nedenle de muhafazakâr devrim, bir dayatma olmaktan ziyade, Türkiye’de geniş kitleler nezdinde somut bir karşılık ve dolayısıyla demokratik bir meşruiyet buluyor. Muhalefet partilerinin nüfuz etmekte başarısız kaldığı bu kitlenin ifade ve basın özgürlüğü bahsinde ilave bir talebi yok. Baskın dini çoğunluğun dışında kalan hatırı sayılır inanç gruplarını oluşturan Aleviler ve Hristiyan azınlıklar için aynı şeyi söylemek tabii mümkün değil. Bu durumda yeni Türkiye’de muhafazakâr çoğunluğun, kendi inançlarını serbestçe yaşamasını sağlayan devletin dindarlaşmayı olumlayan rolünü iktisadi ve siyasi istikrar sürdüğü sürece desteklemeye devam edeceği sonucuna varabiliriz. Ancak bu desteğin toplumu yekpareleştirmek ve sosyo-kültürel çeşitlilik taşıyan hayatını tekdüze indirgemek konusunda barındırdığı riski küçümsememek gerekir. Kaldı ki son cumhurbaşkanlığı seçimleri toplumun yarısına çok yakın bir bölümünün dindar toplum projesini reddettiğini ve daha fazla inanç serbestisi, daha fazla ifade ve basın özgürlüğü talep ettiğini unutmamak gerekir. Halkımızın bu kesiminin eski Türkiye’nin laik dayatmalarına olduğu gibi yeni Türkiye’nin, eğer gerçekleşirse, dindarlık dayatmalarına da direnç göstereceği ve siyasi hayatımızın huzur ve sükûnet bulmakta zorlanacağı açıktır. Bu nedenle yeni Türkiye’nin kadim halkının tarihi ve kültürel zenginliğini koruması, devletin azınlıktaki dinî inançları yorumlama ve yönlendirmekten kaçınmasına, dindar olmayan kitlenin yaşam alanlarını genişletmesine, kadın erkek eşitliğini teşvik etmesine ve bireysel hak ve özgürlükler temelinde liberal reformlara devam etmesine bağlı olacaktır. Yeni Türkiye’nin yeni vizyonunun özünde bu hedefler yer alırsa, Türkiye 21. yüzyıl dünya düzeninin şekillenmesine kendi özgül katkısıyla da yardımcı olabilecektir. Not: Bu yazı ilk olarak Analist dergisinin Ağustos 2014 sayısında yayımlanmıştır. -http://www.usak.org.tr/kose_yazilari_det.php?id=2360&cat=329#.VAg96KM0fFk |
1444 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |